.
Toplumların
varlıklarını oluşturan kültür çeşitli unsurlardan meydana gelmiş bir öğretidir.Kültürü
oluşturan öğelerden yalnız birinin geçmişten
günümüze aktarılmış,yaşanılan ve geliştirilen özelliklere sahip olması bile ait
olduğu toplumun “medeniyet kavramı” içinde yer alan bir eleman olduğuna
kanıttır.Bu sebeple yemek-mutfak kültürü de belirleyici bir özellik
taşımaktadır.
Türklerin en eski tarihlerinden beri
sofranın ve yemeğin hazırlanışı, sunuluşu, düzeni kendimize özgü kurallar
içerir. Türk mutfak kültürü ilerledikçe sofra kurallarına
verilen değer de artmıştır.
Tüm tarihimize baktığımızda sofranın yemek yenilen yer olmanın ötesinde,
“birlikteliğin” “aile ve kurum bütünlüğünün” “inanç ve değerlerin” sembolü
olan kutsal bir anlam
taşıdığını görebiliriz. Özünde ailenin sofraya birlikte oturması ve beraber
olması var ki “aile birliği” kavramının sosyal anlamı ve yaşam
biçimi içindeki uygulaması “sofra” ile ortaya çıkıyor.
Osmanlı
sofrasını saray ve halk sofrası olarak ayırmak en doğrusu olacaktır. Osmanlı
İmparatorlugu döneminde, mutfağın Saray ve Halk mutfağı olarak ayrılması
aslında sosyo-ekonomik düzeyin farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Saray mutfağı
çeşit olarak daha zengin ve gösterişli iken, halk mutfağı çeşit olarak zengin
ancak daha sade bir mutfağa sahiptir. Osmanlı sofrası temel olarak saray ve halk sofrası
olarak ayrılsa da pişirme yöntemleri, kullanılan kap kacaklar ve sofra
uygulamaları hususları gibi ortak paydalarda buluşmaktadırlar.
Yeme
içme pratikleri ile toplumsal yaşayış, kültür ve medeniyet arasında sıkı bir
ilişki söz konusudur.Toplumların yemek kültürünü belirleyen önemli unsurlardan
biri ise sofra âdâbıdır. Sofra âdâbı davet, sofra düzeni, yemek esnasında
riayet edilmesi gereken kurallar, çatal-bıçak, peçete kullanımı ve kıyafet
seçimi gibi yemek ileilgili pek çok unsuru kapsamaktadır.
Hem
geleneksel Osmanlı dünyasında hem de çağdaş
Avrupa'da sofra üzerinden sınıfsal ayrışma genellikle tüketim biçiminden
ziyade sofrada tüketilen yemek türünde kendini göstermektedir. 19. yüzyıla
kadar Osmanlı toplumunda sofrada yemek yeme şekli farklı sınıflar arasında dahi
aynıdır. Zengin olanlar dahi yer sofrasında veya sinide yemek yemekte, aynı tabağa
uzanmakta ve kaşık dışında çatal-bıçak kullanmamaktadırlar.
Sofra
âdâbı, geleneksel Osmanlı toplumunda ve özellikle de "vuzerâ ve
kübera" olarak tanımlanan zümrelerde belirli kurallar ve davranış
kalıpları çerçevesinde belirlenmektedir. Yemek esnasında riayet edilecek
muaşeretin esasları hijyen kuralları, sofrada bulunanlara saygı ve hürmet ile
din ve gelenek referanslı ahlak prensipleri çerçevesinde oluşmuştur.
Yemeklerin hazırlanışı
kadar sofrada sunuluş biçimleri ve kişileri birbirlerine bağlayan sofranın
nasıl kurulduğu önemlidir. Türk mutfak kültürü ilerledikçe sofra kurallarına
verilen değer de artmıştır. Geçmişten gelen gelenekler toplum tarafından
yaşatılmaya devam ettikçe u değerler yaşantının olmazsa olmazları arasına
girmiştir.
Osmanlıların
kullandıkları yemek ve sofra gereçlerinin isimlerini, bazılarının hangi
yiyecekler için kullandıklarını Saray arşivindeki belgelerden öğreniyoruz. 15.
yüzyıldan 19. yüzyıla kadarki çeşitli defter ve belgelerde geçen mutfak
kapları, aslında Osmanlı yemek türleri ve sofra adetleriyle birlikte
değerlendirilmelidir. Yerde oturarak yemek yeme geleneği sinileri; sofradaki
herkesin aynı kaptan yeme geleneği büyük boyutlu kapları; çorba, hoşaf, şerbet
gibi çoklukla tüketilen sıvı gıdalar değişik isimlerle anılan kase türlerini;
yemekten sonra kahve geleneği fincan, kahve ibriği, kahve stilinden oluşan
kahve takımlarını; yenilen yemeğin gülsuyu ve güzel koku ile bitirilmesi de
gülabdan ve buhurdanları doğurmuştur. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak
için leğen ve ibrik, kurulanmak için peşkir, peçete yerine kullanmak için de
makramalar, yemek ve sofralarda kullanılan diğer gereçlerdir.
Osmanlı’da
klasik dönem sofra düzenine bakacak olursak öncelikle Osmanlı reayasının yemek
alışkanlıklarından başlayabiliriz.Buna göre ; İstanbul halkı günde iki öğün
yemek yerdi,sabah kahvaltısı kuşluk vaktinde yapılır akşam yemeği ise ikindi
vaktine müteakip yenilirdi. Kuşluk
yemeği çorba ve hamurlu yiyeceklerin ağırlıklı olduğu bir öğün olsa da,
abartılı ve uzun zamana yayılan bir içerik taşımıyordu. Özellikle sarayda bu
iki öğünün dışındaki beslenme ihtiyaçları kişilerin kendi imkanları ile
karşılanıyordu. Özellikle Türk-İslam geleneği ve yaşam biçimi içinde, namaz
vakitlerinin yemek zamanlamasında etkisi olduğunu görebiliyoruz.
Yemekler alçak sofralarda ve yerde
oturarak yenilirdi. XVI. yüzyılda İstanbul’u ve Anadolu’yu ziyaret eden Hans Dernschwam,
Türklerin yemeği yerdi oturarak yediklerini, yere deri bir sofra yaydıklarını,
üzerine tahta ve kalaylanmış bakır bir sini oturttuklarını, sininin üzerine 2-3
kap yemek, ekmek ve kaşık koyduklarını, dizler üzerine de bir peşkir
örttüklerini yazar. Yemek süresi uzun değildi,sofrada herkese ayrı tabak
verilmez her yemek bir tabağa konur ve herkes bu tabaktan yerdi.Şehir halkı
sofrada genellikle bakır sahanlar kullanırdı.
Osmanlı Döneminde, altın ve gümüş kaplardan yemek yemek, maddi nedenler dışında, dinî bir yasak nedeni ile tercih edilmemekteydi. Hali vakti yerinde olanlar ise gümüş ve porselen tabaklarda yemek yeme ayrıcalığına sahipti. /Geç dönem Osmanlı sofrasında) Osmanlı Devleti’nde Klasik dönem boyunca sofralarda çatal ve bıçak kullanılmamıştır. Seçkinleri ayrı tutarsak Türk sofrasında çatalın XX.yy’da yaygınlaştığını söyleyebiliriz.
Osmanlı Döneminde, altın ve gümüş kaplardan yemek yemek, maddi nedenler dışında, dinî bir yasak nedeni ile tercih edilmemekteydi. Hali vakti yerinde olanlar ise gümüş ve porselen tabaklarda yemek yeme ayrıcalığına sahipti. /Geç dönem Osmanlı sofrasında) Osmanlı Devleti’nde Klasik dönem boyunca sofralarda çatal ve bıçak kullanılmamıştır. Seçkinleri ayrı tutarsak Türk sofrasında çatalın XX.yy’da yaygınlaştığını söyleyebiliriz.
Evde kullanılan eşyalar dönemin
hayat tarzı hakkında bilgiler vermektedir bunlar içerisinde Osmanlı Dönemi bazı
Tereke Defterleri incelendiğinde ortaya çıkan mutfak eşyalarının kadın
terekelerinde fazlaca yer tuttuğu görülmektedir. Bu eşyalar arasında bir evin
mutfağında kullanılacak sahan, tencere, sini, tas,
güğüm,
kâse, havan, sofra, sacayak, kefgir, kazan ocak yaşmağı peşkir ve benzeri birçok
eşya vardır. Bu mutfak malzemelerinden en fazla sahan ve tencereye rastlanılmıştır.
Defterde bunların bazılarının hangi malzemeden yapıldığına dair bilgiler olduğu
gibi ne amaçla kullanıldığı da yazmıştır. Tereke kayıtlarında gördüğümüz mutfak
eşyaları arasında, elek, kazan, tencere, sini, büyük sini, kenarlı sini, küçük
tava, sahan,133 leğen, bakraç, yağ tavası,134 kahve takımı, kahve ibriği, kahve
değirmeni,135 çorba tası,136 tabak, camesu leğen, güğüm, helva tavası, helva
tası, kadayıf sinisi, süt sağacağı, kapaklı tencere, balık tavası, cezve, kahve
tavası, şıra kazanı, bıçak, bıçak kını, büyük bıçak, lenger, kulplu tas,137
pekmez tavası,138 leğen ve ibrik, çanak, tahta sini,139 fincan ve tepsi yer
almaktadır.
Tereke
kayıtlarına bakıldıktan sonra bunların sofrada kullanılışlarına bakacak olursak
Osmanlı sofrasındaki biçimdeki temel özellik, sofranın bir sini üzerine
kurulmasıdır. Etrafında bir birçok kişinin oturabileceği kadar büyük
olanlarına “Divan Sinisi” denmektedir. Siniler çoğunlukla bakırdan,
kalaylanmış büyük tepsilerdi ve sofrada sininin üzerine bir sofra örtüsü
seriliyordu. İnsanlar oturduklarında fazla eğilmelerini önlemek için yükselti
sağlayacak bir altık da kullanılıyordu. Sofrada bulunanlar sininin etrafına
diziliyor, yemekler sahan ve daha küçük tepsilerle ortaya konuluyor ve tek
kaptan beraberce yeniliyordu. Tahta çorba kaşıkları çorba tasını
çevreleyecek şekilde veya tepsinin kenarına dizilirdi. Sofranın yakınına bir
tepside bardak, sürahi gibi malzemeler bulundurulurdu. Osmanlı sofrasında her
yemekten önce eller mutlaka iyice yıkanır, dize peşkir serilir, yemek esnasında
parmaklar sürekli peşkire silinir, yemekten sonra delikli bir kapağı olan leğen
üzerinde eller tekrar iyice sabunlanırdı. Ellerini yıkamadan sofraya oturmak,
peşkiri kötü kullanmak, leğene tükürmek gibi şeyler çok ayıplanır ve kınanırdı.
Yemek yemek için kullanılan temel
araç kaşıktı. Kaşık ise özellikle Anadolu halk mutfağında ağaçtan yapılıyordu. Zamanla
çeşitli metallerden kaşıklar da kullanıldı.Bugün kullandığımız oval formlu
çorba kaşıklarının gelişimi 17.yüzyılda gerçekleşmiştir.
Kaşık
Osmanlı sanatkarlığında mühim bir mevki tutar. Sıcak ve yağlı yemek kaşıkları
şimşirden başka abanozdan, kemikten, tek parça fildişinden yapılırdı. Tahta kaşıklar kimi zaman cilalanıp boyanıyordu,bu süslemeler neme ve
sıcağa dayanıklıydı.Hoşafa
mahsus olanların ağız yerleri ya sarı yahut koyulu açıklı şeffaf bağadandı,
geniş ve derindi. Geçmiş dönemlerde sulu yemekler ve çorba
kaşıkla diğer yemeklerse el ile yeniliyordu. Türk sofrasında sofranın ana
unsuru olan ekmek lokmaları da kişiler için yemek yeme aracıydı. Türklerde
yemek genellikle çorba ile başlar. Bu geleneği basılı ve yazma yemek
kitaplarında da görmekteyiz. Meselâ, ilk basılı yemek kitabı olan ve 1844
yılında basılan Melceü’t-tabbâhîn adlı yemek kitabı «Çorba» çeşitleriyle
başlar. XVIII. yüzyılda yazılan bir yemek risalesinde ilk fasıl çorbalar
olmuştur.
Ramazan geldiğinde İstanbul’un büyük
ve varlıklı konakları birer imaret ya da kervansaray halini alırdı.Konakların
mutfakları yemek fabrikası misali çalışırlardı.İftar sofraları da yerde
kurulurdu.Ortaya büyük bir sini konur üzerine kenarları tırtıllı,oymalı beyaz
bir örtü serilirdi.Sininin ortasında genellikle dikdörtgen ya da yuvarlak bir
tepsi bulunurdu.Bu tepsinin içinde bir tatlı bir tuzlu olmak üzere iki
iftariyelik dizilirdi.Bu tepsinin içindekiler iftar edildikten sonra
kalkar,sininin orta yerine bir nihale konulur ve çorbadan itibaren yemek
gelmeye başlardı.
Klasik dönemde İmarathanelerde, kervansaraylarda ve
evlerde kullanılan sofra gereçleri, ekonomik duruma paralel olarak fazla
çeşitlilik göstermezdi.Kalaylanmış bakır ve pişmiş toprak kaplar, tahta
kaşıklar, tahta ve bakır siniler kullanılırdı.
OSMANLI
ALAFRANGA SOFRA DÜZENİ
Osmanlı toplumunda değişimin öne
çıktığı 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi, iktisadi ve sosyo-kültürel anlamda yaşanan
hızlı değişim ve dönüşüm sürecinde Osmanlı üst sınıflarının yeme alışkanlıkları
ve sofra düzeni değişmeye başlamıştır. Evin farklı mekânlarında rahatlıkla
yerleştirilebilen ve etrafına çok sayıda
kişinin oturabildiği siniden, salonda veya yemek odasında belirli bir yer işgal
eden ve etrafındaki kişi sayısının sandalye sayısı ile sınırlı olduğu masa
düzenine geçilmesi, herkesin birlikte uzandığı ortak tabağın yerini kişiye özel
tabakların alması ve kaşığın yanında çatal-bıçak gibi yeni gereçlerin kullanılmaya
başlanması alafranga olarak tabir edilen yeni sofra adabını beraberinde getirmiştir.
Bu değişimin İstanbul bazında
gözlemleyecek olursak Batılılaşma ile beraber gelen Avrupai hayat tarzı
genellikle saray ve toplumda ise gayrimüslimler arasında yaygınlaşmaya
başlamıştır.Osmanlı gayrimüslimleri batılılaşma sürecinde saraydan bile önce
başlayarak Avrupai maddi kültüre ilgi duymuşlar ve eşyalarını kullanmaya
başlamışlardır.1785 yılnda gayrimüslimlerin neredeyse %25’inde çata bıçak
takımı vardı,o tarihlerde sarayda bile kullanılmayan çatal bıçak
gayrimüslimlerin alafranga tarzını kısa sürede benimsediklerini açıkça
göstermektedir.1805’de bu sayı artmış 1820 yılında gayrimüslim çocuklar için
bir Adab-ı Muaşeret kitabı yayımlanmış ve orada gayrimüslim çocuklarına çatal
bıçağı nasıl kullanacakları anlatılıyordu.Müslüman tereke kayıtlarında
gayrimüslimlerden çok daha varlıklı olsalar bile çatala rastlanmamıştır. 1844-45
yıllarında babası paşa olan Mehmet Bey isimli bir Müslümanın terekesinde çatala
rastlanmıştır.Bundan yola çıkarak çatal bıçak kullanımı bağlamında alafranga
yemek tarzına karşı Osmanlı toplumunda ciddi bir duruşun olduğunu
söyleyebiliriz.
18.
yüzyildan itibaren saray ve çevresinde Avrupai yaşam tarzına her geçen gün
ilginin arttığı görülmektedir. 19.yy’ın ikinci yarısından itibaren ise Osmanlı
üst sınıfının yeme ve içme alışkanlıkları ile sofra düzeni ve mutfak gereçleri
hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Avrupa mutfak kültürünün model alınmasına
dayanan bu süreçte Osmanlı mutfak kültürü saraydan başlayarak üst sınıflar arasında
yaygınlık kazanmaya başlamıştır. 1860’lı yıllarda Osmanlı elit tabakasında batı
kültürü ile temasları yaygın olan kişilerin terekelerinde çatal bıçak kullanımı
görülmüştür.İlk önceleri sofra adabında yenilikler başlamış, daha sonraları
sini yerine masa, minder yerine sandalye, ortak kullanılan tencere yerine
herkesin kendine ait kullandığı tabak ve beraberinde çatal, bıçak ve su
takımları saraylarda kullanılmaya başlanmıştır. Saraydan başlayarak toplumun
belirli zümrelerden de benimsenmeye başlanan alafranga usulde yeme şekli
geleneksel sofra adabından birçok acıdan farklıdır. Bu nedenle geleneksel sofra
düzeninden alafranga usul yemeğe geçiş hem mutfak kültüründe hem de evin
mekânsal düzenlemesinde köklü değişikliklere neden olmuştur. İlk olarak ortak
tabaktan kişiye özel tabaklara geçilmesi, kaşık ve parmaklar yerine her bir
yemek türü için çatal, bıçak, kaşık gibi farklı tür ve ebatlarda gereçlerden
kullanılması Osmanlı mutfak gereçlerinin değişmesine ve nicelik olarak
artmasına neden olmuştur.
Bunun
yanında evin hemen hemen her yerinde yerleştirilen seyyar sini ve sofralardan
masa düzenine geçiş yemek için belirli bir mekânın daimi olarak ayrılmasını zorunlu
kılmıştır.
Resulzade Hüseyin Hüsnü’nin Nezaket
ve Usul-i Muaceret: Kavaid-i Adab isimli
kitabı pek çok hususta olduğu gibi sofra adabı konusunda da yeni ve geleneksel
olan arasında eklektik bir tutum benimsemektedir.Resulzade “Taamlar” başlıklı
bölümde “Kablettaam Cenab-ı Hakka hiç olmazsa zihnen kısaca bir şükür ve dua
ediniz” diyerek başlamakta ve ardından alafranga usulde havlunun nereye
konulacağından yemek; yemek esnasında nelerin konuşulabileceğinden ve sofrada
yapılmaması gerekenlerden bahseder.Resulzade’nin alafranga sofra düzenini
anlatırken başladığı bu ifade bu düzene geçişin pek kolay olmadığını ve sofra
düzeninin ve adabının tamamen terk edilmek istenmediğini göstermektedir.
Yine alafranga sofra düzeninde
örnekleri bulunan ve toplumun belli azınlık bir kesiminde uygulanan sofra
düzenine bakacak olursak ; Yuvarlak bir sini etrafında tüm davetlilerin sofraya
eşit mesafede olduğu geleneksel Osmanlı sofra düzeninin aksine alafranga
sofrada herkesin yeri yaş,cinsiyet,makam ve statü esasına göre
belirlenmekteydi.Alafranga sofra düzeninde sofranın en değerli yeri ortasıdır
ve buraya ev sahibesi oturmaktadır.Alafranga sofra adabında en müşkül
konulardan birisi de çatal bıçak kullanımıdır.Nitekim geleneksel Osmanlı sofra
düzeninde sağ elini ve kaşığı kullanmaya alışmış olanlar için çatalın sol el
ile tutulması ve yemeğin sol el ile ağza götürülmesi ve her yemek türü için
farklı gereçlerin kullanılması kolay alışılabilir bir durum olmamıştır.
Türkiye’de bıçağın kullanılması
çatalla birliktedir ve 19.yüzyılın ikinci yarısı olarak tarihlenir. Et ve
ekmeğin elle koparılması geleneği ve inanışı o tarihe kadar devam etmiştir.
II.Mahmud'un sarayında Avrupa usulü
yemek masasında sandalyeye oturarak ve alafranga sofra adabına riayet ederek yemek
yiyen ilk padişah olduğu rivayet edilmektedir.O zamana kadar çorba ve hoşaf
kaşıkla,şerbet bardakla diğer yemekler ise sağ elin iki parmağı kullanılarak
yenilirdi.Padişaha değerli taşlarla bezenmiş çatal takımını Hüsrev Paşa takdim
etmiş ve o devrin yüksek bürokratları çatal bıçak takımını ilk kez 1828-1829
Osmanlı Rus Savaşı sonunda İstanbul’a gelip bir balo veren İngiliz Blonde
gemisinde görüp kullanmaya başlamışlardı.
Osmanlı saraylarında görülen mutfak
ve sofra takımlarının, Saray erkanı ve yakınlarından oluşan zengin konaklarda
da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Muhallefat ölen veya azledilen saray ve devlet
görevlilerinin eşyalarının saraya maledilmesi sistemi gereğince, 19.000′i aşkın
Çin ve Avrupa porseleninin saraya geri dönmesi muhallefet defterlerinden tespit edilmiştir. Bu sayı saray dışındaki
sofra gereçlerinin saraydan pek farklı
olmadığını gösterir. 1716 yılında İstanbul’a gelen İngiliz elçisinin eşi Lady
Montagu, Sultan Mustafa’nın gözdesi Hafize Sultan’ın onuruna verdiği ziyafeti
“Şerbet Çin porseleni kaplar içinde getirildi. Ancak kapaklarıyla fincan
tabakları som altındandı. Yemekten sonra istemeyerek kullandığı peçetelere
benzeyen el silme bezleriyle altın bir leğen içerisinde su getirildi ve altın
tabaklı porselen fincanlarla kahve servisi yapıldı” diye anlatmaktadır.
Bu geçiş dönemini, Refik Halid
Karay, ‘Üç Nesil Üç Hayat’ adlı kitabında çok çarpıcı bir biçimde anlatır:
“… yer
yatağından, yer sofrasından hâlâ vazgeçemeyenler, çatala el sürmeyenler henüz
pek çoktu. Yeni yetişen nesil mensupları şayet sofrada bu gibi mutaassıp biri
bulunur ve o da parmaklarıyla yemek yerse, iğrenirler ve ‘Aman midem bulandı… O
kadın (veya erkek) bir daha yemeğe gelirse, ben ayrı yerim, sofraya inmem!’
derlerdi.” Refik Halid, çatal kullanma özürlü kimi beceriksizleri de şöyle
hicveder: “Beceriksizliklerinden dolayı çatala bir türlü eli yatmayanlar, bütün
yemekler için kaşık kullanmak suretiyle iğrenç olmamaya çalıştıkları gibi, bir
kısım küçük aileler de, çatalla yenilmesi mutat olan büyük evlere gitmeleri
icap edince, yolda söylenirlerdi: ‘O cânım yemekleri şöyle oturup da elimizle
rahat rahat yiyemeyeceğiz .. diye yazar.
OSMANLI SARAY SOFRASI
Osmanlı mutfağında kullanılan
malzemeler hakkında arşiv belgeleri, tarihi kaynaklar ve batılı gezginlerin
seyahatnamelerinden gerekli bilgileri sağlamak mümkündür. Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinden kısa bir süre sonra inşa edilerek 19.
Yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı Devletinin hem idari yönetim merkezi, hem de
padişahların ikametgahı olan Topkapı Sarayı’nın mutfakları ve koleksiyonlarında
bulunan mutfak malzemeleri, belge ve kaynaklardaki kayıtların maddi
kalıntılarıdır.
Fatih Sultan Mehmed Fatih Kanunnamesinde o zamana
kadar süren “Padişahın başkalarının bulunduğu sofrada yemek yemesi” geleneğini
kaldırmıştır.Bu Kanunnamede Fatih “Cenab-ı Şerifim ile kimesne taam yemek
kanunum değildir.Meğer ahl-i iyalden ola.Ecdad-ı izamım vüzerasiyle
yerlermiş,ben ref etmişimdir” diyerek kendisinden sonra Sultan Abdülaziz’e
kadar bütün padişahların da hayatı boyunca tek başına yemek yemeye mecbur
bırakacağı bir gelenek başlatmıştır.II.Ahmed ve III.Selim gibi bazı
padişahların özel yemek odaları vardı.
Padişah
saray dışında bir yere yemek yemeğe gittiğinde Silahtar Ağa yemeğe gözcülük
eder yemek değiştikçe kaşık değiştirirdi.Son yüzyıla kadar padişahların
sarayları dışında bir sofraya oturdukları nadir rastlanan bir durumdur.III.Murad
döneminden itibaren padişahın şahsına mahsus yemekleri sahan ve tabakları bir
ya da iki tabla ve tepsi üstüne koyulur,bunlar gayet temiz örtülerle
örtülür,kilercibaşı,aşçıbaşı gibi yetkililerce üstleri mühürlenip padişahın
dairesine gönderilirdi.Padişah sofrada belli bir Türk yönetmine göre oturur
yani dizlerini kavuştururdu.Önüne giysilerini korumak için değerli bir peşkir
konur bir ikinci peşkir sol koluna konulur ve bununla ağzı ve parmaklarını
silerdi.Padişahın yiyeceği et bütün olarak getirilir parçalanmazdı.Padişahın
önünde biri çorba biri de hoşaf içmek için iki adet kaşık konulurdu.Padişahın
sofrasında içine zehir konma ihtimali olduğundan tuz bulunmazdı.Yemeği bitince
ellerini değerli taşlarla bezeli ve hizmet edenlerin döktükleri suyla yıkardı.Yine
Harem dairesinde de Valide Sultan’ın hanım sultanların,hasekilerin,hazinedar
ustaların her birinin ayrı ayrı sofraları vardı,bunlar kendi görevlilerinin
hizmetiyle yemeklerini yerlerdi.
17. yüzyılda Topkapı Sarayında içoğlanı olan Bobovi,
sultanın yemeğini şöyle anlatır: Sultan Hasoda veya bahçede
tek başına yemek yer; yemekte haşlanmış, fırında baharatlı veya kebap yapılmış
koyun, çeşitli ızgara etler en ünlüsü baklava olan tatlılar, muhallebi, sütlaç
bulunur; yemekte su içilmez, bunun yerine yedikten sonra büyük bir kap hoşaf
içilir. Yemek sırasında dilsiz ve cüceler padişahı eğlendirirler; tüm yemekler
seladon kaplarla sunulur, içecekler için metal bardaklar kullanılır, çatal
yerine kullanılan eller yemekten sonra sabunla yıkanır; yemekten sonra küçük
yudumlarla sıcak kahve içilir ve son olarak amber ve öd ağacından buhur
yapılır. Padişahlar altın ve gümüş kaplarda yemek yemez, çünkü şeriat
kurallarına göre bu kaplar erkeklere yasak, ancak kadınların yemeleri
serbesttir.
Padişah
ve erkanı ile soylular bir sofra etrafında toplanmayı bir sosyal aktivite
olarak görmüşlerdir. Geniş katılımlı ziyafetler, Saray sofralarının en önemli
özelliğini oluşturmuştur. Ziyafetler devlet erkânı ve yabancı davetliler başta
olmak üzere, yerli davetlilere, ulemâya ve düğünü-şenliği izlemeye gelen halka
verilirdi. Bu ziyafetler düğün ya da şenlikler sona erinceye kadar gece gündüz
devam ederdi. Törenler,
Saray sofralarına imparatorluk mutfağının özelliklerini yansıtan bir özelliğe
sahipti. İmparatorluğun ihtişamının sofraya yansıması tam olarak Kanunî
döneminde olmuştur. İkinci Bayezid
zamanında konulan altın ve gümüş kaplarda yemek adetinin en geç III. Murad devrinde kaldırıldığı ve porselen kaplara
geçildiği söylenmekle birlikte, koleksiyonlarda bulunan altın ve gümüş mutfak
eşyalarından bu yasağa tümüyle uyulmadığı anlaşılır.
Yemek
sofrasının altına serilen ve oturanların dizlerini örtecek büyüklükteki ağır
sırma işlemeli sofra yaygısının dışında, yemek yiyenlerin ellerini silmeleri
için bazen sofra örtüsüyle aynı kumaşta, bazen tülbent gibi hafif ve yumuşak
kumaştan yapılmış peçete işlevli, çoğunlukla değerli örtüler bulunurdu. Yemek
sonrası yine ellerinde su ve havlularla (peşkir) bekleyen hizmetkarlar
vasıtasıyla eller yıkanır, temizlenirdi.Yemek
servisi herkesin dizlerine peşkirler serildikten sonra başlardı. Önce et
yemekleri büyük tabaklarda sırayla getirilir, sinilerin üzerine konur, ekmek ve
pidelerle sunulurdu. Arkadan pilav, sebzeler ve tatlılar getirilirdi. Şerbet
ise yemek aralarında içilirdi. Yemek faslı tamamlandıktan sonra sıra el
yıkamaya gelir ve bu da hiyerarşiye göre yapılırdı.
Yabancı
elçilik heyetleri de sarayı ziyaret ettiklerinde Dîvan üyeleri ile birlikte
yemek yerlerdi. Bundan dolayı bu ziyaretler birçok seyahat notlarında ve
elçilik raporlarında yer almıştır.
Elçi kabullerinde yemekler zengin, tabaklar ise gümüştür. Gerçekten de,
1582’deki sünnet düğününe gönderilen Venedik Elçisi Jacopo Soranzo, şenliklerin
başlamasından birkaç gün önce Saray’daki kabulünde Dîvan’da verilen yemekte
birbiri ardına 25 gümüş tabağın içinde yemek sunulduğunu aktarır.
1500’lerde ve 1600’lerin başlarında
kayda geçebilmiş bu ve benzerî Dîvan yemeklerinin ayrıntılarını anlatmakla
meşhur tarih araştırmacısı Stefanos Yerasimos şöyle yazmıştır: “Bu anlatımlar yan yana getirildiğinde, bazı
özellikler göze çarpıyor. Önemli kişilerin sofra düzeninde yemekler art arda
geliyor, birisi tadıldıktan sonra alınıp arkadan yenisi geliyor. Böylece
herhâlde, hem bir bestede olduğu gibi bir ahenk bir tat silsilesi izleniyor,
hem de davetlilerin görgüsü deneniyor. Çünkü sıradan biri, ilk yemeklere
yüklenerek tıkanacak, ziyafetin arkasını getiremeyecektir. Aksine daha alt
düzeyde olan kişilere sunulan ziyafette tüm yemekler birden ortaya konuluyor”.
Bütün
bunların dışında en görkemli sofralar da şehzadelerin sünnet düğünlerinde
kurulanlardı.
15.
yüzyıldan 19. yüzyıla kadarki çeşitli defter ve belgelerde geçen mutfak
kapları, aslında Osmanlı yemek türleri ve sofra adetleriyle birlikte
değerlendirilmelidir. Arşiv belgelerinde (mutfak masraf, sayım, muhallefat,
hediye defterleri gibi) sık sık isimleri geçen kap türleri şunlardır: Tabak, kase, üsküre, çanak, bardak, yatuk,
badye, kuze (su testisi), ibrik, leğen, buhurdan, gülabdan, yekmürdi, matara,
kavanoz, sürahi, fincan, fincan tabağı, ayaklı çanak, anberdan, memekten
(tuzluk), iftar tabağı, çay ibriği, kumkuma, zemzemiye, tatlı tabağı, meyveden,
çorba tası, tabe, (tava), yayuk, yemek kaşığı, hoşab kasesi, şerbet kasesi,
hoşab üsküresi, şerbet fincanı. Bunlardan Çin porselenleri fağfur/fağfuri
ya da mertebani, İznik seramikleri için ya da İznik, metal olanlar altun/sim,
mücevherli olanlar murassa, Avrupa porselenleri Saksonyakari/Beçkari
isimleriyle birbirlerinden ayrılmışlardır.
Arşiv belgelerinde adları geçen sofra gereçlerinin
kullanımı ile ilgili kaynaklar vardır. Fatih Sultan Mehmet’in 1457 yılında,
Edirne’de şehzadeleri sultan Beyazid ve Sultan Mustafa için düzenlettiği sünnet
düğününde fağfuri üskürelerle şerbet sunulduğu Tursun Bey tarihinde yazılıdır.
IV. Mehmed’in, şehzadeleri II. Mustafa ve III. Ahmet için 1675 yılında
Edirne’de yapılan sünnet düğününde verilecek ziyafetlerde kullanılmak üzere,
İstanbul’dan ikibin küçük iki yüz büyük bakır sahan istenmiştir. 1568 tarihli
Divan-ı Hümayun defterinden Hazine’deki gümüş sininin elçi geldiği zaman
çıkarıldığını, yemeğin bu sini üzerinde yenildiğini öğreniyoruz.
Her
yıl surre alayının gidişinde verilen ziyafetle ilgili bir belgede kullanılan
eşyalardan bazılarının isimleri sıralanmıştır. Bu listede gümüş leğen-ibrik,
hoşaf tası, tas tabağı, buhurdanlık, gülabdanlık, şamdan, kahve tabağı; bakır
hoşaf tası; fağfuri kase; hangi madenden yapıldığı yazılmayan ta’am (yemek)
sinisi, el leğeni ve ibrik, yoğurt tası ve tabağı, turşu tası ve tepsi, ateş
kapı; su peşkiri, kebir makreme (havlu), yemek makremesi ve yağ makremesi gibi
yemek esnasında kullanılan malzemelerden örnekler görülmektedir.
Arşiv
belgelerinde adları geçen bu kapların kullanışı hakkındaki en önemli görsel
kaynaklar Topkapı Sarayı Kütüphanesinde bulunan minyatürlü Osmanlı el yazması
iki surnamedir. Bunlardan ilki Sultan III. Murad’ın oğlu şehzade Mehmed’in 1582
yılında yapılan ve 52 gün 52 gece süren sünnet düğününü anlatmaktadır. Çok
sayıda minyatürün bulunduğu eserde metal ve seramik-porselen kap biçimleri
çoklukla resmedilmiştir. Tabaklar, kavanozlar, sahanlar, fincanlar, tepsiler,
kaseler, tencereler sıklıkla kullanılan formlardır. Minyatürlerdeki bütün
ziyafet sahnelerinde çift yuvarlak sini/masa şemasının tekrarlandığı
görülmektedir. Kapalı metal tabak, kase ve sahanlar, mavi beyaz kase ve
tabaklar (Çin porseleni mi İznik seramiği mi olduğu anlaşılmamaktadır),
mücevherli porselen kaplar, genellikle bir tepsi içinde takım olarak buhurdan
ve gülabdanlar, sürahiler, kaşıklar, gümüş leğen ve ibrikler, fincanlar
çoklukla resmedilen kap türlerini oluşturur.
Her iki sur namede de çanak yağması sahnesi
resmedilmiştir. Çanak yağması, düğünlerde halka ve yeniçerilere verilen yemek
ziyafetidir. Meydana dizilen çok sayıda tabak ve kaseler, içindeki yemeklerle
birlikte yağma ettirilmektedir. Çanak yağması konulu minyatürlerdeki kap kaçağın
türü belli olmamakla birlikte, genellikle pişmiş toprak veya bakır kapların
kullanıldığı sanılmaktadır.
Osmanlı
Döneminde, padişahların kullandıkları eşyalar, diğerlerinin kullandıklarından farklıdır. Hazine ve gümüş koleksiyonlarındaki altın ve gümüş
kaplarda sultan ve üst düzey saraylıların yemek yedikleri bilinir. Ancak şer’i
kanunlara göre altın ve gümüş kaplarla yemek yeme yasaklandığından, sultanların
sarı Çin porselenleri kullandıkları anlaşılmaktadır.M. Baudier konuyla ilgili
olarak şu bilgileri verir: “…Padişah yemek esnasında envai meyva suyu, limon
suyu ve şekerle yapılmış bir içki (şerbet) içer. O bu içkiyi murassa ayaklı bir
zarf içine konulmuş porselenden veya Hindistan cevizi kabuğundan küçük bir
kaseden tahta kaşıkla içer… Ramazan günlerinde hiçbir altın kap kullanılmaz,
yemekler çok değerli ve nadir sarı porselen kaplara konulur”.
Sultan II. Beyazid zamanında konulan altın ve gümüş
kaplarda yemek âdetinin en geç III. Murad devrinde kaldırıldığı ve porselen
kaplara geçildiği söylenmekle birlikte, koleksiyonlarda bulunan altın ve gümüş
mutfak eşyalarından bu yasağa tümüyle uyulmadığı anlaşılır. Divan’a elçi
geldiğinde gümüş sini çıkarıldığı bilinir.
Kaynaklara göre Topkapı Sarayı’nda, biri sabah
ile arasında kuşluk, diğeri hava kararmadan önce akşam olmak üzere, günde iki
kez yemek yenilir. Yemekler, bağdaş kurmuş olarak yerden hafif yükseltilmiş
sinilerde yenir, yemekten önce ve sonra eller ibrik-leğen takımı ile yıkanır ve
peşkirle kurulanırdı. Yemek sırasında makrama denilen ve peçete yerine geçen
örtüler kullanılırdı. Makramalar tek tek kullanılabildiği gibi, sini
etrafındaki kişilerin tümünün örttüğü 3-4 m. uzunluğundaki dolama türleri de
kullanılabilmekteydi. Sofradaki herkes sinilerin ortasına konulan tek bir
kaptan yerdi yemekte sadece kaşık kullanılır, çatal ve bıçak kullanılmaz, sağ
elin üç parmağı ile yemek yenirdi. Yemeğin çeşidine uygun olarak kaşıkların
biçim ve boyutları farklılık gösterirdi. Yemekte su içilmediği için su takımı
konulmaz, yemek sonrasında şerbet veya hoşaf içilirdi. Genellikle konuşulmadan
yenen yemeğin ardından bir seremoni halinde buhur, gülsuyu ve kahve verilmesi
âdetti. Gülsuyu ve buhur, özellikle yemekten sonra kullanılan en önemli
kokulardı. Bu kokular için hazırlanmış porselen, tombak, gümüş veya cam
gülabdan ve buhurdanlar, Saray koleksiyonunda çokça bulunurlar.
Osmanlıdaki batılılaşma süreci ile birlikte, 18. yüzyıldan
itibaren Çin porselenlerinin yerini Avrupa porselenleri almıştır. Saray
koleksiyonundaki 5000′i aşan Avrupa porseleni yemek takımları bu değişimin
bariz kanıtıdır. Alman, Viyana, Fransız, Rus porselen ve fayanslarından oluşan
bu sofra takımları da Osmanlı zevkine uygun ihrac mallarıdır.
19. yüzyılda Beykoz ve
Yıldız porselen fabrikalarında üretilen ilk Osmanlı üretimi ise günlük
kullanımdan çok hediye ve süs amaçlı yapıldığından sofralarda çok fazla
kullanılmamıştır.
Süveyş Kanalı’nın açılışına katıldıktan sonra
İmparatoriçe Eugénie, İstanbul’a uğrayacak ve kendisine özel bir ilgi duyan
Abdülaziz’in konuğu olacaktır.Beylerbeyi Sarayı’nda ağırlanan imparatoriçeye,
ziyaretin ilk günü Sultan Abdülaziz, Dolmabahçe Sarayı’nda bir ziyafet
verecektir. Yüz kişinin katıldığı bu ziyafette, imparatoriçenin bir nedimesinin
deyimiyle, ‘Bütün servis altındır’. Abdülhamid dönemini atlar ve II. Meşrutiyet
sonrasına geçersek, Dolmabahçe Sarayı’ndaki bu tür bir büyük ziyafetin, Bulgar
kralı Ferdinand ve eşi şerefine düzenlendiğini görürüz.‘Saray ve Ötesi’ adlı
kitabında Halit Ziya Uşaklıgil, söz konusu ziyafet için, Londra’ya tam yüz kırk
dört kişilik birbirine eklenir özel masalar ve bir o kadar da sandalye
ısmarlandığını yazar. Ziyafette, altın kaplı gümüş sofra takımları kullanılır.
On iki düzine davetli için kullanılan bu takımla, hiç yıkanmadan, sekiz türlü
yemek ikram edilir.
Sultan II. Abdülhamid’i 27 Nisan
1909’da tahttan indiren İttihat ve Terakki, sultanın kardeşi veliaht Mehmed
Reşad Efendi’yi, Meclis-i Mebusan kararıyla ve ‘V. Mehmed’ adıyla padişah ilan
ettiğinde, Dolmabahçe Sarayı oldukça bakımsız bir haldedir. Bu sarayda da,
tıpkı daha önce II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda olduğu gibi, bir yandan
alaturka ‘tabla’ usulü ve yer sofraları sürdürülür diğer yandan da, masa ve
iskemlelerle düzenlenmiş genel bir sofra tarzı uygulanır.
Lale Devri’nin Padişahı III. Ahmed döneminin en
ünlü minyatür ustası Levni, eserlerinde sık sık Osmanlı devlet ricalinin sini
başındaki çatal ve bıçaksız ziyafetlerini işlemiştir.
Abdülhamit devri ( 1876-1918) için
anlatılan yemek sofrası şöyledir: “Masa, sandalye, çatal, tabak, herkese
ayrı bardak usulü başlıyor. Fakat küçük ve orta halli ailelerde pek ağır ve en
basit şekilde. Artık bir evde yemek odası diye ayrı bir yer vardır; fazla
külfete lüzum göstermeyen, yarıboş, manzarasız, ekseriya dar, bir alt kat
odası.Nihale mühim bir ziynet eşyası gibi masanın daima ortasında durur ve bir
de en adisinden cam sürahi. Büfeler Viyana mamulâtından, pek gösterişli,
kıymetli şeylerdir. Masalar, ek tahtalarıyla istenildiği kadar uzatılabilir;
muşamba örtü kullanılmaz; tiril tiril keten örtülerin altına, el dokununca
masanın sertliğini duymamak için pamuklu, yumuşak ve hususi bir örtü daha
konmuştur. Alafranga yeme şeklinin genişlemesi, billur ve cam kadeh, sürahi
kolluğu, ucuzluğu belki içkinin evlerde taammüm etmesine de sebep olmuştur.
KAYNAKÇA
Deniz GÜRSOY – Tarihin Süzgecinde
Mutfak Kültürümüz
Ömer ÖZKAN -Divan Şiirinin Penceresinden
Osmanlı Toplum Hayatı
İlber ORTAYLI- Osmanlıyı Yeniden
Keşfetmek
Gülser OĞUZ - Tereke Kaydından
Hareketle Bir Osmanlı Vezirinin 18.Yüzyıl Başlarındaki Yaşam Tarzı: Amcazade
Hüseyin Paşa
Ertan GÖKMEN, Mustafa AKBEL - 281
Numaralı Kırkağaç Şer’iyye Sicilindeki Tereke Kayıtları
Günay KUT – Türklerde Beslenme Biçimi
Dünü Bugünü
Türkiye Turizm Bakanlığı Resmi Sitesi
– Osmanlı’da Kullanılan Sofra Gereçleri
Sibel GÜLER- Türk Mutfak Kültürü ve Yeme
İçme Alışkanlıkları
Fatma TUNÇ YAŞAR – Geç Dönem Osmanlı
Adab-ı Muaşeret Kitaplarında Sofra Adabı
İrem Çalışıcı PALA - Osmanlı Sarayında Dinin ve Bazı İnançların Etkisiyle
Pişmiş Toprak Yiyecek Eşyası Kullanımı
Arif BİLGİN, Osmanlı Sarayında
Beslenme Alışkanlıkları
Stefanos YERASİMOS- Sultan Sofraları
Arif BİLGİN – Osmanlı Döneminde
İstanbul Mutfak Kültürü
Özge SAMANCI - İmparatorluğun Son
Döneminde İstanbul Mutfak Kültürü
İlknur HAYDAROĞLU – Osmanlı Saray
Mutfağından Notlar